Kimler geldi hayatımdan kimler geçti

Hiçbirisi hasretini gidermedi

En güzeli senin kadar sevilmedi

Kimler geldi kimler geçti

Fikret Şeneş

 

“Dünyanın 7 Harikası da çocuğum gibi, hepsini eşit seviyorum.”  dersem yalan olur. Bir sıralama yapmam istense, hiç düşünmeden piramitleri ilk sıraya yerleştiririm, peki hangisini?

Şu bir gerçek ki, kendileri ile ne kadar özdeşleştirilse de Mısır, piramitlerden ibaret değil. Mısır; silindir, yeri geldiğinde kare, bazen bir küre ya da yamuk, zaman zaman iki boyutlu ve dik kafalı, çoğu zaman katmanlı ve derindir.

Hayatın geçiciliğinin en iyi ifade bulduğu ülkenin, sonsuz hayatın peşinden koşan Firavunların memleketi olması hiç şaşırtıcı değil.

Mısır, üçe beşe bakmaz. On, yirmi hatta yüz, iki yüz yılın esamesi bile okunmaz burada. Kadim sözüne adını veren bu ülkede her şey akar gider. Taş kum olur, su Nil olur, rüzgâr mit olur: akar, akar, akar…

Eğer mıymıntılıktan kurtulmak, üzerindeki ölü toprağını atmak, bakış açını değiştirmek, yani yeniden doğmak istiyorsan Mısır’a gitmelisin. Tecrübe göstermiştir ki Mısır diriltemez ama kesinlikle tekrar tekrar doğurur. Bunu sadece Nil Nehri’nin suyuyla değil, çölünün kumuyla yapar. Çünkü ölmeden, tekrar doğamazsın.

Yıl 3150.

Milattan önceki üç bin yıldan söz ediyoruz. Biz daha milattan sonra iki bin yılı ancak devirebilmişiz, dünyanın gidişatına bakıp ha bire karalar bağlıyor, umutsuzluğa kapılıyoruz, Trump’ı sadece Amerika’nın değil tüm dünyanın başına gelmiş en fena ve izleri en kalıcı şey olarak tanımlıyoruz.

O ciddi, o deneyimli, o bilge Mısır patlatıyor bir şarkı Ajda’dan “Kimler geldi hayatımdan kimler geçti…”

Trump Firavun mu be ya, o da ölmeyecek mi bi’gün?

Oysa Mısır her şeyin bir sonunun olduğunu avaz avaz bağırıyor. Dün akşam ne yediğini unutan ama kendisini dünyanın efendisi sanan 21. yüzyılın Dijital Sapiens’ine bundan büyük ders olur mu?

M.Ö. 3150, Manşet: Yukarı ve Aşağı Mısır birleşti! Amanın tasalar bitti, şahane bir şey oldu.

Şimdi biliyoruz ki bunun üzerinden yüzlerce, binlerce yıl geçecek ortada Eski Mısır diye bir şey kalmayacak. Anlayacağın Trump çölde kum tanesi.

Ortadoğulu Afrikalı,

Hristiyan Müslüman,

Sulak alanlı Çöl,

Tezatların Ülkesi Mısır.

Biz de öyle yapalım, yazıya tersten başlayalım, alışageldiğimiz piramitlerden değil.

Küçükken bütün camilerin birbirine benzediğini sanırdım: bir kubbe, yanına çiz bir kalem minare. Mahallelerimizdeki camilerin tamamı böyle değil miydi? Osmanlı camileri ile Bizans kiliseleri arasındaki benzerlikten söz etmeyelim bile. İlkokul yıllarında, bugün önümüzde duran birçok şeyin tarihin derinlerine uzanan bir geçmişi olduğu, uygarlıkların kendilerinden önce gelen başka bir uygarlık üzerinde yükseldiğini yeni yeni görmeye başlıyor, neden sonuç ilişkisinin zamana yayılımını algılamakta güçlük çekiyordum.

Ibn Tulun Cami, bir yandan çok yabancı, diğer yandan çok tanıdık, Kahire’nin ortasında bir Mardin. Saatlerimi geçirebilirim burada, aylardan Kasım olduğunu da düşünürsek, hava ne sıcak ne soğuk. Geniş mekâna yayılmış dinginlik.

Abbasi Halifesi Ma’mun’un bir Türk kölesi varmış, onun oğlu olan Ahmad ibn Tulun için yapılmış bu cami. Ahmet, al-Fustat’a yani eski Kahire’ye vali olmak üzere, 868 yılında Mısır’a yollanıyor.  Belli ki epey hırslı biri, iki yıl içinde bütün ülkenin valisi oluveriyor, kısa süre sonra bağımsızlığını ilan edip Abbasilere vergi ödemeyi reddediyor.

Al-Fustat’ın kuzey doğusunda, zamanın Musevi ve Hristiyan mezarlığının olduğu yerde yeni bir kraliyet şehri kuruyor. Söylence o ya, aynı yer meğerse tufanın ardından Nuh’un gemisinin karaya oturduğu ve Tanrı’nın Musa’ya seslendiği tepeymiş. Hemen yakınındaki Qal’at al-Kabsh ise İbrahim Peygamber’in oğlunu Tanrı’ya kurban etmeye hazırlandığı mekân. 905 yılında Abbasiler yönetimi tekrar ele geçirince şehri yerle yeksan etmişler, şehrin ihtişamından geriye sadece Ibn Tulun Cami kalabilmiş.

Cami’nin daha sonraki yıllarda eklenmiş alıştığımızın dışında bir minaresi var, şansın varsa tepesine çıkabiliyorsun. Hem minare hem de perspektif yüzünden kendini o anda bir Giorgio de Chirico tablosunun içinde buluveriyorsun.

İnsan insanı, mekân mekânı andırıyor.

Ahmad ibn Tulun ile Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hikayelerinde de epey benzerlikler var. Tarihin tekerrüründen kastettikleri bu olsa gerek. Mısır, üç yüz elli yıl boyunca Osmanlı toprağı diye geçse de; yüz elli yıl Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve soyunun Osmanlı’ya karşı duruşları ile geçiyor. İlginç olan, bu ayaklanmalardan birinde Osmanlı’nın, İngiliz ve Fransızlardan beklediği yardım gelmeyince Ruslara başvurması. İngiliz ve Fransızlar, Rusların işe fazla müdahil olmasından rahatsız oluncaya kadar devreye girmiyorlar. Sonrasında Mehmet Ali Paşa’yı hizaya getirip, Osmanlı ile arasını yapmaya çalışıyorlar. Ne Osmanlı bir günde yıkılmış ne de Avrupa iç işlerine bir günde müdahale etmiş. Uzun zamana yayılan çürümenin kokusu Ortadoğu’nun üzerine adım adım sinmiş. Kendi kaderini elinde tutamayan ya da daha doğrusu kendinin kim olduğunu hala sorguladığı için kaderini yazamayan bir coğrafya. Ahhh o dış mihraklar yok mu…

Gerçeğin farklı yüzlerini, ilgili ülkeyi ziyaret ettiğinde görebiliyorsun. Kahire’nin merkezindeki kalenin ortasında muhteşem bir Osmanlı cami yükseliyor, en azından görüntü bu. Adı Muhammed Ali Cami. Kumtaşından yapılmış caminin iç yüzeyi, alabaster ya da su mermeri denilen yarı saydam olduğu için ışığı geçiren o güzelim mermerlerle döşenmiş. Alice Harikalar Diyarında misali, dev bir mücevher kutusunun içinde dolaşıyor, damarları resim gibi ve pürüzsüz taşları seyre dalıyorsun. Aşırı kalabalık; halılar uzun süredir süpürge yüzü görmemişler. Camiden çıkar çıkmaz çoraplarımı çöpe attım. Yanında kesinlikle galoş götürmelisin, ayakkabına değil çorabına giymek için.

Neden sonra anladım ki o Muhammed Ali bizim okul kitaplarımızdaki Kavalalı Mehmet Ali Paşa. Camisini, Mısır’da uzun süre hüküm sürmüş Memluklu değil de Osmanlı tarzında inşa ettirmesi tesadüf değil, aksine bir gövde gösterisi. Mitolojik bir baba oğul ilişkisi. Açıkça burasının sultanı benim diyor babası Osmanlı’ya. Boynuz, kulak birbirine karışmış. Kalenin içindeki sarayı ziyaret ederken, Topkapı ile Dolmabahçe’den tınılar kulağına çalınıyor.

İş için gittiğim seyahatlerin başına ya da sonuna bir iki gün ekleyerek ve her günün sonunda kendime zaman ayırmaya çalışarak gezebiliyorum birçok şehri. Kahire de bunlardan biri. Tarihi çarşısı neyse ki geç saate kadar açık. Bir batılıya çok ilginç gelebilecek ortamı, ikinci Sex and the City filmindeki Abu Dabi Pazar sahnesini hatırlattı bana. Kısacası her şey aşırı turistik, Kapalı Çarşı yanında otantik kalıyor, oysa ki orta çağın en önemli merkezlerinden birisi burası. Aklımda kalan en güzel anı, tanıştığım papirüs zanaatkarının bir gün sonra gidip almam için hazırladığı baykuş resmi, bir de eşime hediye etmek için zorlukla arayıp bulduğum uçlarında scarabeus yani kutsal bok böceği olan bilezik.

Ortasından Nil Nehri’nin geçtiği, çöl kumunun tozunun her yere sindiği, oluşturduğu pusun çoğu zaman gökyüzünde bir mide ağrısı gibi asılı kaldığı bu büyüleyici şehirde gezecek o kadar çok yer var ki. Kıpti Mahallesi’ni kesinlikle listene almalısın. Kıptiler Mısır’ın yerlisi ve dünyanın ilk Hristiyanları. Yedinci yüzyılda İslam gelmeden önce, Mısır’da nüfusun neredeyse tamamı Hristiyan. Bugün oranlarının yüzde on ila yirmi civarında olduğu düşünülüyor. Büyük bölümü Kahire’nin yanı sıra ticaretin asıl merkezi İskenderiye’de yaşıyormuş. Burada başka bir önyargımla daha yüzleştim. Kıpti Müzesini gezerken rastladığın Arapça yazılı kitapları; aşikâr olmasına ve açıklamalarında İncil oldukları yazmasına karşın, Kuran olarak görmekten kendimi alamadım. Sen Ortadoğu’da yaşa, dünyaya Batı’nın gösterdiği çerçevenin dışından bakama. İncil neden eski Yunanca, Latince ya da başka bir Avrupa dilinde olsun ki?

Vapurda otururken saniyenin milyonda birinde göz göze gelirsin birisiyle, o bakışta kendisi hakkında her şeyi anlatır, acısını hissedersin, tüm bunlar nasıl oldu kendine açıklayamazsın. Ülkeler de böyle, şehirler de; sana konuşurlar, içlerini açarlar. Bu hissi en yoğun yaşadığım ülke Yugoslavya idi, ben geliyorum diyordu parçalanma. İkinci olarak Mısır’da yaşadım benzer bir hissi. Bir şeylerin Tahrir’e doğru yaklaştığı çok açıktı.

1870’ten 1952’deki devrime dek uzanan bir “Belle Epoque” dönemi yaşanıyor Kahire’de. Tahrir Meydanı’nın doğusundaki mahallelerde gezerken bir nevi Beyoğlu hissi yaşıyorsun. Oryantal sosa batırılmış ya da batırılmamış Batı tarzındaki birçok bina, çöl kumuna uzun süredir maruz kalmanın ve fakirleşmenin etkisiyle harap olsa da, bir zamanın ihtişamına dair epey fikir veriyor. Aralarda Mısır mutfağını tadabileceğin güzel restoranlar var.

Kendini her yönden gelen araçlardan korumayı başarırsan, Kahire Müzesi yürüyüş mesafesi. Birçok yolda şerit diye bir şey yok. Arabalar uçabilseler tepene inebilirler. Trafik kazasına kurban olmamış araba sayısı pek az. Sokaklar, tekrar vurulacağından neredeyse emin oldukları için macunlanmış ama boyanmamış araçlarla dolu.

Ezilmeden müzeye varıyorum. Louvre ve British Museum’un Mısır’a ayrılan bölümleri meğerse devede kulakmış. Anlatmak mümkün değil, tıka basa yığmışlar eserleri. Eski Mısır uygarlığına azıcık ilgi duyuyorsan bu müzeyi görmemezlik edemezsin. Antik bir müzecilik anlayışı diyelim. Ben gördüğümden beri değişmiş midir bilmiyorum, çünkü üzerinden Arap Baharı geçti, restore etme imkanları olmamıştır sanırım, aynı duruyordur. Duvarların boyalarının dökülmesini ve her yerin toz içinde olmasını dert etmezsen, arkeolojinin cenneti işte tam burası.

Veee… elbette korku hikayelerini romanlara ve filmlere ödünç veren meşhur firavun Tutankamon, müzenin lanetlisi. Mumyalar iç içe birçok sandukanın içerisinde. Tutankamon’un maskı ise sandukalarının dışında sergileniyor, görmeye değer. Müzede benim en çok etkilendiğim bölüm burası değil, Firavun Akhenaton’a ayrılan oda. Akhenaton ya da IV. Amenhotep tarihin en önemli dini reformistlerinden biri, eski inançları yasaklayıp, bütün toplumu Güneş Tanrısı Aton’un etrafında birleşmeye zorluyor, bir anlamda tek tanrılı dine geçiş. Tabii öldükten sonra herşey eski düzene dönüyor. Akhenaton’un tasvir ve heykellerinde ciddi bir proporsiyonsuzluk göze çarpıyor, sıra dışı. Bugün kendisinin bir genetik hastalık yüzünden büyüyen kemiklere dolayısıyla normalden uzun uzuvlara sahip olduğu düşünülüyor.

Kahire ve yakınında görecek daha çok yer var. Hadi artık gidelim şu piramitlere, çocukluk ezberimize kavuşalım: Keops, Kefren, Mikerinos. Ben de çoğu insan gibi Giza Piramitlerinin çölün ortasında olduğunu sanıyorum, belki de öyleler, ancak şehir o kadar büyümüş ki çölün dibinde bitivermiş. Hemen önlerinde yıllar önce adını Amerika’da yaşayan uzak bir akrabamızdan duyduğum Sefenek ya da gerçek adıyla Sfenks. Gitmiş görmüş, çok etkilenmiş. “Ne harika, acaba ben de bir gün görebilir miyim?” derken, şimdi önlerinde dikeliyorum. “Gerçekten burada mıyım, bir hayalim gerçek mi oldu?” diyemeden üzerime çullanan insan kalabalığı. Mısır’ın diğer adı Bahşiş. Çöl devasa, ama adım atamıyorsun.

Gerisin geriye yürümeye başladım. Kendimi atların olduğu küçük bir meydanda buldum. Ata ilk ve son kez sünnet törenimde binmiştim, kısaca at binmeyi bilmiyorum. Seyisler, “Abi Allah aşkına at bin, binmezsen ölümü gör.” diyor olmalılar Arapça. Atlar, seyisler, insanlar üstüme üstüme geliyor. Mecburi istikamet: “Temem.” Yoksa Vertigo filminden kaçış yok.

Sıkı bir pazarlığın sonunda, sıska bodyguard’ım Abdullah ile birlikte atlarımızın üzerinde zaferini kutlayan iki komutan misali, bütün bahşişçilere el sallayarak aralarından süzülüyor, piramitleri arkamızda bırakıyoruz. Göz alabildiğine çöl. Atımın yuları Abdullah’ın elinde, sanırım Arapça “Deh” dedi ve atıma hafif bir tekme attı. Kum Denizi artık basmakalıp bir söz değil, bizzat kendisine doğru dört nala ilerliyoruz. Ata binmeyi bilmiyorum ki, “Bacaklarını bük tam oturma.” demişti en son. Allah’ım ne oluyooorrr… kıçım mı ata, at mı kıçıma vuruyor. Her şey endişe duyamayacağım bir hızda gelişiyor. Güneşin battığı çöle, o muhteşem manzaraya doğru sekiz nala ilerliyoruz. Düşünceler öyle hızlı gelip geçiyor ki yanımdan, ardından bahtsız bedevi, onun ardından kutup ayıları koşturuyor. Kâbus gibi. Abdullah kim, ben burada ne arıyorum? Keşke İstanbul sokaklarında aynı yerde döndürüle döndürüle kazıklanan batılı turist olsam. Bildiğin çöl. Tepeye gelince bir anda durduk. Arkamıza baktığımızda, bir yanımızda sonsuz Kum Denizi öbür yanımızda Piramitler ve ardında Kızıldeniz’e doğru uzanan [temsili diyorum, yoksa Kızıl Deniz çok uzakta kalıyor] Kahire. Kısa süreli bir rahatlama, “Ohhh…” daha doğrusu “Ahhh…” deme, manzaranın keyfini birazcık çıkarma; kısa süreli.

At meydanına geri dönüyoruz, anlaştığım parayı ödeyeceğim, Arapça anlamasam da “Abi yok biz bu paraya anlaşmadık.” muhabbetini kapıyorum. Meğerse İstanbul’daki batılı turist benmişim de haberim yokmuş. Öder miyim! Polis molis diyor, sesimi kalınlaştırıyorum, omurgamı dikleştirip, biraz da kabarıyor, zırnık koparmadım sanıyorum. Akşam olunca arkadaşlardan öğreniyorum ki ben zaten pazarlığımın başında kazıklanmışım. Neyse, benden çok kazıklananlar da var.

Görünmez olmaya çalışa çalışa piramitleri gezip, biletini aldığım halde içlerine giremeden otelime dönüyorum. Gün sonu, piramidin ortasında bir delikten karınca misali yüzlerce insan çıkıyor, onlarla birlikte nasıl ifade edeceğimi tahayyül edemediğim bir koku.  Yazın en sıcak gününde deodorant kullanmayan bir otobüs dolusu insandan o parfümü elde edemezsin diyeyim, istersen gerisini sen… Zaten daracık bir koridor, içeri girmek için eğilmen gerekiyor. On adım attım ve geri döndüm. Dünyanın her bucağını gezmeye can atan ben, kendimi ilk defa “Aman günün sonunda göreceğin küçük bir oda, o da kalıversin.” derken buldum.

Hikâye burada bitmiyor. Sana da, kendime de “o” hissi yaşatmadan bu ülkeden dönmeyeceğim. Kahire’de her yere; otelden ayarlayıp, otel görevlisinin önünde pazarlık ettiğin taksilerle kazıklanmadan gidebiliyorsun. Hadi seninle son ziyaretimizi yapalım, Sakkara’ya. Şehre 25 kilometre.

Sakkara da Gize gibi birçok piramidin bulunduğu geniş bir nekropolis yani mezar alanı. İçlerinden bir tanesi var ki, Mısır’da yapılan ilk piramit olduğu düşünülüyor, basamaklı piramit diye de anılıyor, Firavun Djoser için milattan önce yirmi yedinci yüzyılda yapılmış. Şanslı günüm mü, yoksa herkes Gize piramitlerini mi görmeye gitmiş, etrafta kimsecikler yok. Belki de tanrılar içlerinden aynı şeyi geçiren tüm turistleri duydu ve hepimizi birbirimize görünmez kıldı.

Mısır’da ilk defa kumu ve çölü hissediyorum. Dingin. Isı okşuyor. Yanımda bir anda bir kedi beliriyor. Sen nereden çıktın? Vakur, ince uzun bacakları ile attığı her adımda takipte. Ayakkabılarım taşla karışık kumun arasında bir batıp bir çıkarken, o uçar gibi ilerliyor, sanki bu dünyadan değil gibi. Yoksa değil mi? Bir kayanın üzerine oturup seyre dalıyorum. Etrafta tek bir Allah’ın kulu yok. Sakkara’nın büyülü piramidi, basamak basamak gök yüzüne yükseliyor. Uzakta, sanki bir çırpıda tırmanacağını sandığın altıncı tabakanın zirvesinde, birisi el sallıyor. Nasıl çıkmış oraya? Zorlukla seçiyorum, üzerinde yırtık pırtık, beyaz bir şeyler mi var, rüzgârda hafif hafif dalgalanıyor gibi. Sanki bir kumaşa sarılmış da…

Etrafıma bakıyorum, kedi gitmiş, zirveye bakıyorum kimse yok.

Zamanın olmadığı Mısır’dayım artık, sonsuzluğun hüküm sürdüğü.

 

§

 

Aslında gezecek o kadar çok yer, anlatacak o kadar çok hikâye var ki. Nil’de tekne turu yapmalısın mesela, şehrin dışına doğru iki yakadaki kasabaları görmelisin muhakkak. Sonra Afrika’nın en eski camisi kabul edilen Amr ibn al-As’ı ziyaret etmelisin. Bir de ölüler şehri var, içine giremiyor, otobandan geçerken uzaktan bakıyorsun, en en en fakirlerin yaşadığı yeri şehrin. Kaldı ki ben Kahire’nin dışına çıkamadım bile. Mısır’da daha neler neler neler var.

Yazılarımı kendi kendimle kavga ede ede ancak bu kadar kısaltabiliyorum her hafta. Artık sana da iş düşüyor, ortaokul edebiyat hocamın deyişiyle duygu ve düşüncelerini benimle paylaşırsan çok sevinirim.

Bloğuma abone olursan tüm yazılar adresine gelir, yorum yazabilirsin: http://www.hayatevi.org

Instagram, Facebook ve Twitter hesaplarıma da beklerim: @hayatevinde