18 yaşımı yeni doldurdum. Köprü’nün ortasındayım. Yaşlılıktan omurgası bükülmüş, zar zor yürüyen, ince, kuru, seksen yaşlarında, güler yüzlü dede sordu: “Oğlum Galata Kulesi nerede?” İstanbul’un toyu, sakalları çıkmaya yüz tutmuş ergen: “Eee, tam karşıda ya” diye cevabı yapıştırdım.
Zar zor ayakta duruyor, koluma girdi. Hava sıcak, tir tir titriyor, acaba tansiyonu mu düştü? Nasıl yardımcı olabilirim?
Eli, koltuk altıma doğru ilerledi, kendinden beklenmedik bir güçle sıkıştırıyor. Düşecek mi? Hayır, mıncıklıyor! Kafamı çevirdim, yüzüne baktım. Ağzının suyu akıyor.
Kolumu kurtardım, koşarcasına uzaklaştım.
Ben ne yaptım ki? Neden suçlu, kirli hissediyorum? Dönsem suratının tam ortasına bir yumruk atsam, patlatsam beynini. Yapamam, adam yaşlı. Kaçtım, saatlerce yürüdüm.
Üniversite ve sonrasında birçok kadından, maruz kaldığı rutin tacizleri dinledim ve itiraf etmeye cesaret edebilen az sayıda erkekten. Çoğu kendi travmasında yapayalnızdı.
§
Bitmeyen Çilemiz – Dinmeyen Acımız – Değişmeyen Tutumumuz
Sorunu, nedenine odaklanmak yerine, sonuçlarını değiştirerek çözmeye çalışmak.
Doya doya yaşamayı ve yaşatmayı bilmediğimiz gibi, çözümü öldürmekte aramak.
KOLAYCILIK!
§
Seksenli yıllar, İzmir Fuarı. Her yerde kaybolan küçük bir kız çocuğunun fotoğrafı, şimdi bile gözümün önünden gitmiyor. Günlerce arandı, sonra bir apartmanın giriş katında merdiven altına atılmış şekilde bulundu. Gün geçmesin ki bir apartmana girdiğimde merdiven altına bakmayayım.
O güne dair asıl zihnimde kalan; kötü canavar değil, koskoca evrende en çok güvendiğim anne ve babamın beni koruyamayabileceği, dünyanın güvenilmez bir yer olduğu gerçeğiydi.
Küçük bir çocuğun kalbi meseleyi faile indirgemiyorken, biz koca insanlar bir kişiyi katlederek dünyayı güvenilir bir yer yapacağımızı mı sanıyoruz?
Batsın mı bu dünya?
Konunun etrafından dolanmaya devam edersek batacağı kesin.
Çığlık çığlığa ağlıyor, ağıtlar yakıyor, küfrediyoruz. Çeresizlikten kalbimiz ağrıyor, istisnasız bütün toplum kesimleri, aynı konuda kenetlenmişiz. Acımız gerçek mi, gerçek. Haklı mıyız, evet. Peki neden çözümsüz hissediyoruz ya da tek çözümü öldürmekte buluyoruz?
AVUNTU!
§
İlkokul. Fısır fısır konuşmalar, gülüşmeler. Öğretmenimizin disiplini tüm okulda nam salmış. “Ne oluyor bakalım orada?” Sınıftan çıt yok. Elbette ortaya çıkıyor. Birisi birisini öpüşürken görmüş, mazallah gerçekte değil, bir filmde, diğerine anlatıyor, gülüşmeler bundan.
Öğretmenimiz, tek söz etti, belki de hayatındaki en yumuşak ses tonuyla: “Çocuklar, hırzıslık ahlaksızlıktır, başkasının hakkını yemek ahlaksızlıktır, öpüşmek değil.”
Hem kendimize, hem de birbirimize karşı dürüst olalım. Artık cinselliği konuşmaya başlamalıyız. Hatta, cinselliği tüm doğallığı ve insancıllığı ile yaşamanın ve yaşatmanın yollarını aramalıyız. Cinsellik üzerine konuşmak hepimizin hakkı ve sorumluluğu. Evet, sorumluluğu!
On altı ve beş yaşında iki oğlum ve iyi bir ebeveyn olmak için kafamda milyon tane sorum var. Burada onların özel hayatına girmeyeceğim elbette; konuyu zamanında çocuk olmuş, bir baba olarak kendi tarafımdan anlatmaya çalışacağım. Çocukların dünyasında cinsellik vardır, hem de bol miktarda, onlar hepimizden çok meraklıdır. Peki nasıl bir cinsel hayatları, dünyaları var, biliyor muyuz?
Bugün çocuklar, okullarda cinselliğe ilişkin bilgilendiriliyorlarmış. Belki “Ohh.” diyoruz, “Bizim bir şey anlatmamıza gerek kalmadı.” Diğer yandan artık nasıl bir ruh hali yaratıyorsak, çocuklarımız da cinselliği bizimle konuşmak istemiyorlar. Oysa cinsellik; üreme sağlığı, korunma ya da prezarvatif kullanımından çok daha fazla ve kapsamlı bir konu.
Cinselliğin C’si söz konusu olduğunda, tek tek bireyler ya da topluca herkesin buz kestiğini, çok farklı ortamda birebir deneyimlemişizdir. Ya konu anında kapatılır hiç yaşanmamış gibi ya da nezaketle gülümsenir, belki kahkahalar atılır ve yine konu kapatılır.
AYIP!
Yeni kuşağın gençlerinin cinselliği bizden daha erken yaşta deneyimlediklerine şüphe yok. Oturup etraflıca konuşmak yerine, büyük oğluma öğüdüm, korku salmak şeklinde vuku buluyor: “Aman evladım, reşit olmayan birisiyle birlikte olursan, ailesi seni mahkemeye verebilir, hayatın kararır.”
AYIP BANA!
İğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batırma vakti.
İnsan dediğin sever, aşık olur, sevişir.
Ruhun bedene, bedenin ruha karıştığı nadir anların kıymetini bilmek gerekir.
Bundan daha doğal ne olabilir ki? Cinselliği bastırmanın ve yasaklamanın sonucunu sadece bugün değil yüzyıllardır yaşıyor, bir türlü öğrenemiyoruz. Sakın kimse bunda bir payımızın olmadığını söylemesin!
SORUMLUYUZ!
Herhangi bir ortamda cinsellikle ilgili bir konuşma duyduğunda, içinde en ufak bir korku, endişe, çekinme, utanma, vb… hissetmeyen; durumu doğallığı ve güzelliği içinde karşılayan insanların toprağında yetişir mi caniler?
Hayatı doya doya yaşamayacaksın, çözümü de öldürmekte bulacaksın.
Toplumsal bir mesele ile karşı karşıyayız.
Topyekün bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacımız var.
Artık her şeyi konuşmak zorundayız.
YOKSA, BATACAK BU DÜNYA!
Bir Cevap Yazın