İnsan öldüğünde bedeni hızla doğaya karışır,

Diğer bedeni; evi, anında mumyaya dönüşür!

Kokolitus

Önemli kimselerin yaşam sürdükleri mekanları korumak isteriz, anılarını devam ettirmek için.

Anneannem öleli 9 ay oldu. Evini henüz bozmadık. Bir kez ziyaret ettim. Her şey yerli yerinde gibi görünse, hatta toz alınmaya devam edilse bile, hayat elini eteğini çekmiş çoktan. Mobilyalar, porselenler, kristal avizeler kraliçe ile birlikte gömülmüşler, uykuya dalmışlar. Bir tek çamaşır makinesi aldırış etmemiş olup bitene, anneannem gitmiş gitmemiş umrunda değil, doğası gereği işine kaldığı yerden devam ediyor. Buzdolabı, namıdiğer “firijider” aralarında en hayırlı çıkan. Bir gün gelir de o soğuk sularından lıkır lıkır içer diye, sadık bir köpek gibi oturduğu yerde kalmış, tıngır mıngır çalışmaya devam ediyor.

Nesneler ve mekanlarla derin bağlar kuruyoruz. Kimisi bunun tek taraflı bir ilişki olduğunu iddia ededursun, ben aksine inanıyorum. Nesnelerle kopan bağlarımızı bazen kaldığı yerden başka bir insan yeniden kurabiliyor; anneannemin bir sürü giysisinin şimdi başkalarında can bulması gibi. Çocukluğum; kumaşlar alınır, bütün kadınlar evde toplanır gündelikçi terziye diktirilirdi tayyör, döpiyes, yazlık, kışlık her türlü giysi. Anneannem kalın mantosunun yakasına sansar kürkünü dolar, geçtiği yol boyunca tüm mahalleyi parfüme boğardı.

§

“Tık, tık, tık.”

Arkadan bakıldığında pek anlaşılmıyor, yetmiş seksen yaşlarında ince uzun görünümlü bir adam [ne kadar çok yaşlı insan var sokaklarda ya da ne kadar az insan var sokaklarda; olanların çoğu da ne kadar yaşlı] köşeyi döndü, kösele ayakkabılarının Arnavut kaldırımı döşenmiş yolda çıkardığı ses “tık, tık, tık…” Eğer o ileri yaşında yürümeyi tercih ettiyse, ben de otobüs beklemektense göle doğru yavaş yavaş iner, yorulursam sonraki bir duraktan tekrar binerim diye düşündüm. Birden aklıma düştü, Hesse’nin evinde heyecandan unutmuştum; aşağıda beni, Toskana manzarasına monte edilmiş bir kilise ve “Geeel, geeel, geeel, buraya geeel!” diye seslenen bir kadın beklemiyor muydu?

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Hava ılık, fotoğraf çekmek için ideal ışık. Hiç acelem yok. Dedim ki kendime, şu ihtiyarın ritmini kendime ölçüt alayım. Yılan gibi kıvrılan yokuşları yavaş yavaş inmeye başladık. O dönüyor köşeyi, ben arkasından. Hemen aşağıda sağda yeşil genişlik belirdi, arkasında muhteşem göl manzarası. Adam, kilisenin karşısında solda yer alan, arkasında güneşin batmak için alçaldığı büyük kapıdan geçti, ben de diğer yöndeki kiliseye yollandım.

IMG_5996

Traktöre bağlı kocaman bir aparat, geniş alanı biçtikçe etrafa taptaze çim kokusu yayılıyor. Yeşilliğin tam ortasında kiliseye doğru uzanan dar bir hıyabandan [iki tarafı düzgün ağaçlı yol veya bulvar] minik adımlarla ilerliyorum. Kiliseye ulaşma süremi, eve gitmek istemeyen çocuklar gibi çekiştire çekiştire uzatmak istiyordum. Yeter ki bugün bitmesin. Yazın en güzel yanı, aydınlığın geceye geç kavuşması değil midir?

IMG_5998

Saat altıda bile güçlü olan yaz ışığı kiliseyi dolduruyor. Hemen girişteki banka çöktüm. Sessizliği dinledim; vitraylardan sızan ışık huzmelerinin altında dinlendim. Açık olan arka kapıdan çıkınca boşlukta yalnız başına dikilen dar yassı çatı ile örtülü duvar ile karşı karşıya geldim; sanki bir geçit, içinden başka bir boyuta uzanacakmışsın. Alınlığında romen rakamı ile beş yazıyor, demek başkaları da var. Etrafa bakınca diğerlerini de gördüm. Her birinde Hazreti İsa’nın hayatından bir bölüm anlatılan bu duvar resimleri kilisenin etrafını çevreliyor. Sonuncusu ya da belki ilki epey ileride beni kiliseye yönlendiren hıyabanın en başında, ana yolun hemen diğer tarafında.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Karşıdan karşıya geçtim. Yer çekimi bir birim arttı. Biraz önce yaşlı adamın girdiği monümental kapı yavaş yavaş bana bana mı ilerliyordu, yoksa organik  bir mıknatıs önce başımı, hemen ardından tüm bedenimi kapının ardındaki şapele doğru mu döndürüyordu. Kadının, hayal olamayacak kadar berrak sesi tekrar duyuldu: “Geeel, geeel, geeel, buraya geeel!”

Yaşlı adam, benim kilisede olduğum sürede dışarı çıkmadıysa hala orada olmalıydı, ancak beni çağıran bir kadın sesiydi. Kafam karışmıştı.

Geçidin arkasındaki şapele doğru temkinli adımlarla ilerledim. Avuç içimi doldurduran pirinç kapı kolunu aşağı doğru indirdim, kilitli. Geniş anahtar deliğinden bakmam ve geri çekilmem bir oldu. Tam ortada, kapağı açık tabutun içinde bir kadın yatıyordu. Böyle sahneleri daha önce Amerikan filmlerinde görmüştüm. Kapı kolunu tekrar aşağı indirmeyi denedim, ağır kapı hiç gıcırdamadan sonuna kadar açıldı. Kaçsam mı, dursam mı; kapıyı içeriden mi, dışarıdan mı kapasam.

Merak! Yaşlı kadınla burun burunayım. Olmamam gereken bir yerde. Bir kabahat işlemişim, birazdan yakalanacağım. İnsanların mahrem alanına girdim: “Seni yaramaz seni!”

“Iıııııııı…”

Kendini tekrarlayan bir ses. Bilmek istemiyorum, yok yok istiyorum. Tabutun hemen arkasında çalışan kapalı bir kutudan, sanırım bir vantilatörden üfürülen hava, bir boru aracılığıyla tabutun içerisine verilip cesedi serinletiyor.

BEN BU-RA-DA NE A-RI-YO-RUM?

Oturdum. Benimkinden kilometrelerce uzak bir ülkede yaşayan, hayat boyu karşılaşmadığım ve bir daha asla tanışamayacağım bu kadına, yaşamının diğer boyutunda huzur bulması için en güzel hislerimi yolladım. Belli ki kadıncağız yola çoktan çıkmış, hatta gideceği yere çoktaaan varmıştı. Benim en fazla fondöten diye tanımlayabileceğim, yüzüne ve vücudunun görülen yerlerine kat kat sürülmüş; onun ve benim dünyamı birbirinden keskin bir şekilde ayıran ince ve sonsuz tabaka.

Daha önce yine bir filmde gördüğüm ölü fotoğrafçılığı (post mortem) geldi aklıma, acaba… Yok yok bunu yapamazdım, gerçekten hakkım yoktu, yapmadım da. Zaten iyice tırsmıştım.

Peki o ses. Yaşlı kadın o kadar ölüydü ki, beni çağıracak sesi nasıl çıkarabilirdi ki? Gerçi etraf ona yardımcı olabilecek, uzun süredir burada dinlenen arkadaşları ile doluydu. Üstüme sinir bozukluğu gülümsemesi geldi. Patlamadan kendimi dışarı attım mezarlık şapelinden. Etraf her biri bir sanat eseri sayılabilecek mezar taş ve yapılarıyla çevriliydi. Şapelin etrafını çepeçevre gezdim. İçimde eski bir tanıdığı ziyaret etmenin huzuru; geniş kanatları boşlukta bembeyaz açılan ve arkasında muhteşem bir güneşin battığı büyük kapıdan geri çıkıp yoluma devam ettim. Beni aşağıda göl kucakladı.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

§

Birkaç hafta önce bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, çektiğim fotoğrafları karıştırır, Hesse ile ilgili yazıları okurken, aklıma düştü; Hesse hayatının ikinci yarısını burada geçirmişti, peki nerede gömülüydü. Hemen Dıgıl Meks’i açtım “Montagnola Hermann Hesse Grave” yazıp, uydu moduna geçirdim.

Yemyeşil geniş bir alan, Toskana’dan bir sahne. Sant’Abbondio Kilisesi, servi ağaçlarının dizili olduğu hıyaban, hemen karşısında monümental kapısıyla Sant’Abbondio Mezarlığı.

Bir ses mi çalındı kulağıma?

“Tık, tık, tık…”

Sonra köşeyi bir adam döndü, bana baktı, gözünde yusyuvarlak gözlükleri ve yüzünde muhteşem bir gülümseme.

§

Bugün 2 Temmuz, Hermann Hesse’nin yaş günü. İyi ki doğdun Hermann, seni iyi ki tanıdım.

Hermann Hesse Grave