Kendi başıma gezmeye bayılırım, ama asla yalnız gezmem. Yanımda olmasını istediklerimi düşünür; onları aynı yerlere götürdüğümü hayal eder, nasıl gezdireceğimi planlarım.

Lugano sadece bir başlangıç noktasıydı Alpler’e çıkmak için; bir anda gezinin ikinci gözdesi oldu. Yıllar önce, Thomas Mann’ın Büyülü Dağ romanını okurken, olayın geçtiği sanatoryumu ziyaret etmeye karar vermiştim. İnternetten yaptığım araştırma sonucunda burasının bir otele dönüştürüldüğünü duyunca, “Bir gün muhakkak orada kalacağım.” dedim içimden.

Nedenini o zaman bilmiyordum, Davos’ta bulunan bu sanatoryuma, pardon otele gitmek için uzun bir yol seçmiştim. Önce Lugano’ya gidecektim, çünkü beni Davos’a götürecek özel tren buradan kalkıyordu. Türkiye’den Lugano’ya gitmek için en kolay yollardan biri Milano Malpensa Havalimanı’na inip, önce Milano Centrale yani merkez tren istasyonuna gidip oradan Lugano trenine binmek.

 

Ertesi sabah Bernina Express denilen, dağ taş tırmanabilen özel bir tren ile Alpler’in tepesine çıkacak, Davos’a ulaşacak ve sanatoryumuma kavuşacaktım. Ancak, Lugano’ya girdiğim anda büyülü bir tabela dikkatimi çekti: Hermann Hesse Evi!

“Nasıl yani, Hermann Hesse’nin evi burada mıymış?”

Yazarın bir sürü eserini solumuş, 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış, Bernhard Zeller tarafından kaleme alınmış Hermann Hesse biyografisini okumuştum, bu kitabın bir bölümü Montagnola’ya; Hesse’nin yaşamının yarısını geçirdiği kasabaya ayrılmıştı. Hadi o da yetmedi kısa bir süre önce “Klingsor’un Son Yazı” yani Hesse’nin Montagnola’da geçen ve orada kaleme aldığı otobiyografik diye anılan eserini okumuştum. Peki nasıl olur da Lugano, Montagnola, Hesse bağlantısını kaçırmıştım!

Öğleden sonra olmuştu bile. Yetişebilecek miydim. Neyse ki Pazar günüydü, yani dünyanın her yerinde çoğu müzenin kapalı olduğu ve iş haftasının başlangıcı olan lanetli gün Pazartesi değildi!

Bir anda her şey gözümde canlanmaya başladı. İlk defa gittiğim Lugano’da artık yalnız değildim, orası artık Klingsor’un son, benim de yeni hayatımın ilk yazının bir gününü geçirdiğim yer olacaktı. Dar yokuşlara tırmanıp, göl kıyısında yürürken ya da gölün karşı kıyısında yer alan kumarhanenin yakınından tekneyle geçerken, adeta Klingsor ile birlikte ilerliyorduk. Her yazar bir dünya yaratır, Hesse’nin yarattığı bana kendiminki gibi tanıdıktır.

Ara ki otobüs terminalini bulasın. Trenden inip yarım günümü iyi değerlendirmek için otelime koştura koştura giderken gördüğüm merkezi otobüs durağı, aradığım terminal değilmiş. Otelden terminal diye tarif ettikleri yerde ise kocaman bir iş merkezi vardı. Oğlumun “Dıgıl Meks” dediği Google Maps’i yurtdışında internet parası ödememek için açmamayı tercih ediyorum doğal olarak.

Pazar günü sokaklar epey boş. Karşılaştığım yaşlılar bildiğim bir lisanı konuşmuyor. Sonunda anladım ki terminal bu binanın altına gizlenmiş, girişini bulmak bile mesele. Merdivenlerden indim, kimseler yok, yan yana dizilmiş bir sürü otobüs ve onlara arkadaşlık eden florosan lambalar. Klasik gezi sorusu: “Doğru yerde miyim?” Daha önce İsviçre’de hiç bulunmamış olsam da güvenim tam, burada toplu taşım araçları zamanında kalkar. Saat 17:03’te Lugano Autosilo Balestra’dan kalkacak otobüs saat 17:19’da Montagnola Bellevue’ye varacak, otobüsten inip azıcık yürüyecek 17:21’de Museo Hermann Hesse Montagnola’nın önünde olacaksın. Öyle de oldu.

Gölden tepeye tırmandıkça insanlar azalıyor, tek tük bir iki yaşlı. Güneşin cıvıl cıvıl aydınlattığı bir gece, durgun. Gündüz baykuşları uzun uzun ağaçların dallarının arasına gizli saklı tünemişler. Bir anda solda beliren servi ağaçlarının iki yanındaki geniş yeşillik ve hepsinin ardında gizemli bir kilise. Bir muammaya gömülü Toskana. Yumuşak bir kadın sesi, derinden: “Geeel, geeel, geeel, buraya geeel!”. Mutlaka geri dönmeliyim, ama neden?

Otobüsten indim, varmam gereken yerde. Her tarafa doğru Hermann Hesse imzalı işaret levhaları. Müthiş bir ortam yaratmışlar, sadece müze yok ki; Hermann’ın şusu, Hermann’ın busu. Bütüncül bakış başka türlü bir şey, yazarın yıllarca yaşadığı, birçok eser verdiği kasabada, onun yemek yediği restorandan, yürüdüğü yollara kadar oklarla belirtilmiş. Vakit olsa tam bir gün geçirilir burada. Benimki bir rastlantı ziyareti. Okların arasından sıyrılıp ana hedefim evin yolunu tuttum. Çocuklar gibi heyecanlıyım: “Hayatın bu sürprizini hak etmek için ne yaptım?” Bu soru her zaman başımıza kötü bir şey geldiğinde sorulacak değil ya. Birazdan, yürekten sevdiğim yazarın, Hermann’ın evine konuk olacağım.

Yüreğim pır pır ediyor. Öğleden sonra, hava ılıktan sıcağa doğru, çok azıcık nemli. Şaşkınım, hazırlıksız yakalandım, öncesinde bir şeyler okumalıydım. Müzelerde en çok sevdiğim sesli rehber Almanca ve İtalyanca; konuşmadığım diller. Burası İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesi Ticino, ama tutum tipik Fransız “Biz kendi dilimizden başka dil konuşmuyoreee…”

Girişinde, Hermann’ın fotoğrafının durduğu, dar, üç katlı bir yapı, burası müze evi olmalı. Cephesi taş örülü giriş katının tam ortasında, üst kısmı yuvarlanmış kapı ve önünde yine taştan kalın ve geniş bir trabzan. Onu aşmadan içeri giremiyorsun. Cephede, hem ikinci hem de üçüncü katta; giriş kapısının üst hizasında küçük balkonlu yüksek pencereler.

Hesse Ev Giriş 1

Bu bina aslında Hesse’nin evi değilmiş. Hesse, müzenin hemen yanında Lugano gölüne muhteşem bir manzarası olan Casa Camuzzi’nin üç odasını kiralayarak başlamış Montagnola’daki yaşamına. Casa Camuzzi’nin eski sahipleri yanlarındaki orta çağdan kalma kuleyi restore edip şu an müze olan neo-gotik yapının öncülüne dönüştürmüşler. Yani bu ev ince uzun yapısını tarihi kule geçmişine borçlu. Ana kapıdan girdiğimizde bizi daracık müze dükkanı karşılıyor, çoğu Almanca ve İtalyanca olmak üzere farklı dillerde Hesse kitapları ve Hesse’nin resimlerinin röprodüksiyonları. Beyaza boyanmış tahtadan camlı bölmeler ayırıyor bu küçücük ilk katı kendi içinde. Giriş olmasına karşın aydınlık. Binanın arkasına bir adımda varılıyor, yukarı çıkan merdivenin yanındaki geniş pencereden arka bahçe ve Casa Camuzzi görünüyor, ihtişamlı bir bina; özel mülkiyet olduğu için gezmek mümkün değil.

Merdiveni çıkar çıkmaz vardığınız küçük sofanın tam karışısındaki camekanda, Hesse’nin fotoğraflarından tanıdığım giysisi:  kırık beyaz ya da krem, keten, bol ve rahat. Hemen soldaki odanın giriş kapısının üzerinde kocaman yuvarlak bir cam, hem sofaya hem de odaya bakıyor; iki taraftaki ışığı günün dönümüne göre birbirine paylaştırıyor. Camın önüne profilden yerleştirilmiş Hesse büstü ters ışıktan bakınca silüetini ortaya koyuyor. Evin en geniş ve yüksek tavanlı odasına Hesse’den bir sürü anı nesne yerleştirilmiş. Müzeler çok sıkıcı ve ölgün olabilirler; burası artık yaşamayan bir insanı hayata kavuşturuyor aksine.

Lise edebiyat öğretmenim, yaşam hikayelerini anlatmadan önce yazarların eserlerini okutmazdı.  Nasıl bir hayat sürdüklerine dair fikir edindikten sonra okunan yazılar, yine öğretmenin sağladığı ek bilgilerle, canlanıverirlerdi. Şimdi bu ev aynı işlevi görüyor, taş bina kanlı canlı, yaşam fışkırıyor.

[…Eve dönmenin zamanıydı. Sallana sallana odasına girecek, balkon kapısından esen rüzgar karşılayacaktı onu. Işığı açacak, taslaklarını çıkaracaktı. Bolca krom sarısı ve Çin mavisi olan orman içi taslağı iyiydi belki, bir gün bir resim doğardı bundan. Haydi öyleyse, zamanı gelmişti…] Hermann Hesse, Klingsor’un Son Yazı, Yapı Kredi Yayınları, s.49

Devamı pek yakında…