“Çok yazık oldu, neden intihar etti ki?”

Bu bir soru değil aslında, soru kılığına girmiş bir yargı:

“James Dean, Marilyn Monroe, Kurt Cobain, Amy Winehouse; dünyaca ünlü starlar…  Şimdi de Antoni. Ölmemeliydiler. Hayatları böyle son bulmamalıydı. Buna hakları yok. Benim ulaşamayacağım her şeye sahipken, hayatlarını nasıl har vurup harman savurabilirler? Acılarla dolu bu dünyayı bizim için çok daha yaşanır hale getirirken, nasıl olur da bunun farkına var(a)mazlar?”

Antoni ne sadece bir şef aşçı, ne de sade bir gezgindi. O, bizi, rahat koltuklarımızdan kaldırmadan, sıradanlığımızdan sıyıran bir sihirbazdı. Bize cesaret edebileceğimizin ötesinde bir yaşam sunanlardandı.

“Oturduğumuz yerden dünyayı deneyimledik seninle Antoni, bizi ne hakla bırakırsın? Kokusunu duymadığımız, tadını almadığımız onca yemeği sanki yemiş bulunduk. Şimdi asla yemediğimiz yemekleri sindiremiyoruz. Kalbimiz kırıldı.

O hayat sadece sana değil, bize de aitti!”

Öyle miydi gerçekten?

Değildi tabii ki.

İnsan kendi hayatını doya doya yaşayamayınca, öyle yaşadığını sandıklarını ön sıralarda bir yere mi yerleştiriyor acaba; sen ne dersin?

§

İkinci dereceden kuzenlerim Türkiye’deki en iyi eğitimi, Türkiye’nin en iyi ailelerinin çocukları ile aldılar. Söz konusu çocuklar, o kadar zekiydiler ki bütün zor sınavları geçiyor, her şeyin en iyisini hak ediyorlardı. En güzel şeyleri onlar giyiyor, yiyor ve fabrikatör çocukları ile gezip tozuyorlardı.

Gerçekten öyle miydi?

Çocuk kalbinin saflığından mıdır, az yaşamışlıktan mıdır; gerçekler ve hayaller bize çok gerçek görünür o yaşlarda. Kadınların kendi aralarında yaptığı konuşmalardaki bu tür karşılaştırmaların beni ne çok üzdüğünü hatırlıyorum. Memur çocuğu, fabrikatör çocuğu ya da  zengin kız fakir oğlan tiplemeleri hiç de garip gelmezdi bize. Çocukluğumuzda filmler siyah beyazdı, hayatlar da mı öyleydi acaba?

Titiz ve mükemmeliyetçi bir kadındı yengem, yani anneleri. Hayatımda ne kadar önemli bir yeri olduğunu bu satırları yazana kadar ben bile farketmemişim. Terbiye, eğitim, disiplin ve başarıyı temsil ediyordu. Hazırladığı leziz sofralara oturmadan önce, yıkadığım ellerimi koklar “Aaa sabun sabun kokmuş.” der; bir kez daha yıkamaya yollardı. Tekrar yıkandıktan sonra “Aaa bu sefer tertemiz olmuş.” denir yemeğe başlanabilirdi. Halbuki ikinci yıkamadan sonra da sadece elma sabunu kokardı ellerim. Yine de o onayı almak için gerekseydi üç kere beş kere daha yıkayabilirdim ellerimi.

Geçen yıl anneannemi kaybettikten sonra ailemizde kalan en son yaşlı o, acaba bunları okusa nasıl hisseder?

15 Nisan 2000, gece yarısının sabahı karşıladığı saat. Annem ve anneannem Ankara’da ziyaretimize gelmiş. Ev halkı, uyku ile uyanıklık arasında. Ağır ve yoğun bir hava. Anneannemin canavar yavrusununkini andıran inlemeleriyle yataktan fırladık, maaile salonda oturmaya başladık. Hayatta kimsenin yaşamasını istemeyeceğim garip gece. Biraz sonra telefon çaldı. İrkildik ama şaşırmadık. Er ya da geç geleceğini bildiğimiz o telefonu sanki uykudan uyanarak almak istememiştik.

Haldun, sonsuz olan, ebedi olan demektir.

Şeytan tüyü vardı, yakışıklıydı, zekiydi, espriliydi; dünya iyisi, herkesin sevgilisiydi. Eskişehir Yolu’nda çok hızlı bir araçla yarış yaparken kontrolünü kaybedip bir elektrik direğine çarpmış, arabası patlamış.  Öyle dediler. Oysa ki bundan önceki kazasında pert olan arabasından canlı çıkmıştı, şimdi neden…

Sabah erken saatte Haldun’u almaya gittik. Bembeyaz kefen, küçük kırmızı nokta. Gık çıkmıyor. Kucakladık, taşıdık.

Tanımlanamaz bir acı, yükseldi, yükseldi, yükseldi… Asla kendisi gibi olamayacağım, erişilmez abim, örnek aldığım, imrendiğim, kıskandığım, zaman zaman kızdığım; ancak önümüzdeki uzun yılları bir arada geçireceğimizden hiç şüphe duymadığım. Bir anda her şey durdu, eşik aşıldı.. Bu dedim, Haldun değil, Haldun sonsuz ve ebedi. Burnuma elmalı sabun kokuları geldi, sonra yanımdan bir sürü fabrikatör çocuğu geçti gitti.

Haldun 36 yaşında hayata veda etti, benden 8 yaş büyüktü. Ben şu anda ondan 10 yaş daha büyüğüm. Bazen genç, bazen geç kalmış hissediyorum. O gün ciddi ciddi sorup, sonra yanıtlamayı ha bire ertelediğim soruyu şu anda Haldun Abim soruyor bana:

Memur Çocuğu, hayatının geri kalanını nasıl yaşamak istiyorsun?

§

Öldü dediler. Ölmedi! Yoksa bana bu soruyu şu anda soruyor olabilir mi? Ölmedi işte.

O gün gözümden tek bir yaş akmamıştı. Şimdi, sonunda, şu anda; adı “Soulmate” yani “Ruh Yoldaşı” olan, Eskişehir Yolu üzerindeki bu kafede hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.

Bazen vedalaşmak ne kadar uzun zaman alabiliyor, bırakmak, gitmesine izin vermek.

Yaşamı anlamak için ölümle tanışmak gerekiyormuş.

Yok yooook…

Hayatı doya doya yaşamak için, ölümle arkadaş olmak gerekiyormuş.

Öleceğimizden emin olsak da sonsuza dek yaşayacakmışız gibi davranıyoruz, bunun adı ERTELEMEK. Kararlar verir, yeminler ederiz. Vazgeçer, pişmanlık duyar, unutur, sonra yeniden başlarız. YARIN, hayatı bizim yerimize yaşar.

Yaşamın her bir anı, olduğu gibi, koşulsuz, şartsız şurtsuz çok değerli. Hala yaşıyorsak, asla geç değil.

Hayatta, her an yeniden başlanabilir.

Hayatta, geç kalmak diye bir şey yok.

Hayatta, pişmanlıklar ancak çok kısa sürebilir.

Hadi öyleyse ne duruyoruz.

BAŞLAYALIM.

YENİDEN.

Öyle ise yazımızın en başına gidip başlığı değiştirelim:

BENİM HAYATIM!