Bi seni sevdim bir de seni sevmeyi

Yaramı sürdüm hep acı gerçeği

Bi seni sevdim bir de seni sevmeyi

Yarama bastım hep acı gerçeği

Pinhâni

Yandım aman, aman, amannn…

Kırmızı, turuncu, sarı ve yeşilin bin bir tonunu barındıran, hatta bazen eflatun ve mora çalan kaynana dili meyvesi ya da diğer adlarıyla kaktüs inciri, Frenk yemişi üzerine düşünce böyle anıra anıra koşturursun işte.

Nasıl oldu hiiiç hatırlamıyorum, yetmişli yıllar ya da seksenlerin başı. Babam, Karantina Adası’ndaki Urla Kemik ve Mafsal Hastalıkları Hastanesi’nde çalışıyor, ben de onu sık sık ziyarete gidiyorum. Çocukluğumun devasa adasında kâh denize giriyor, kâh yürüyüşe çıkıyor, sıkılmamak için elimden geleni yapıyorum. Çocukken ne çok eğlenirsin, ne çok sıkılırsın, her şey çok çok çokonat olur yetişkinlerin dünyasında. Elbette ifşa etmek istemediğim bağzı kimseler o yıllarda yaramaz olduğumu iddia ediyorlar. Yine o günlerden birisi anlaşılan, kudurmanın sonu. Gün ortasında büyükçe bir kaktüsün üzerinden kendimi çekip çıkarıyorum. Dikenli sıvı bir plastiğe yapışmak, oy oy oyyy…

Hastanedeyiz ya, korku içinde zannediyorum ki beni ameliyat edecekler üzerimdeki sayısız dikeni çıkarmak için. Önce görünür olanlar teker teker cımbızlanıyor, iğneli alanın üzerine mis gibi zeytinyağı sıvanıyor. Hiç tıbbi gelmiyor, pek havalı da değil. “Aman sen ne şirin çocuksun.” nidalarıyla etrafımda pervane olan hemşirelerin, yedi sekiz yaşında olsam gerek, ilgisinden memnun dikenlerin kendi kendilerini çıkarmasını bekliyoruz.

Kendine ait meşhur kokulu körfezinin en dibinde yer alan İzmir, Brugge dantellerini kıskandıracak güzellikle bir yarımadadır. Kilizman (Güzelbahçe), Urla ile Mordoğan, körfezin içine bakarken; Karaburun’dan itibaren yavaş yavaş Ege’ye açılırsın, Ildırı’dan ilerleyerek Çeşme’ye varır karşına Sakız Adasını alırsın. Devam edince el değmemiş koylardan geçer İzmir’in körfez dışında kalan beldelerine ulaşırsın, adı Cittaslow markası ile anılan Seferihisar, Sığacık ve Özdere bu tarafta yer alır. Pamucak, derken Selçuk’a kadar varırsın. Çocukluk yazlarımın geçtiği, dünyanın en güzel yarımadasını sana gezdirmem günler alır, bugün gel Urla ve civarını ziyaret edelim. Dibin düşecek hazır ol.

Üzerindeki Devlet Hastanesi anakaraya taşındığından beri, bir süredir halkın girişine kapalı olan Karantina Adası’na, önceden alınan randevu ile girilebiliyor artık.[1] Ada’nın Büyük İskender döneminde karaya uzun ince bir yolla bağlandığı söyleniyor. İşte tam o yolun başlangıcında annemin amcasının yazlık evi vardı içinde aile boyu gondolvari bir salıncak. Altı kişi bindiğimiz olurdu da bana mısın demezdi.

İnce yolun solu sürekli dalgalı, deniz kestaneli; sağı ise dalgaları kesen yol yüzünden balçıklı kumdan ölü dingin bir deniz; dalgasız ve insansız. Oysa şimdi öyle mi, iğne atsan yere düşmez. Bu arada benim dikenler hakikaten dedikleri gibi akşam üzerine doğru baş göstermeye başladılar, sonra teker teker cımbız hasatına uğradılar. İnsan korktuğunun üzerine gitmeli derler ya, on sekiz yaşına gelip de İzmir’den okumak için uçuncaya kadar Karşıyaka’daki evimizin balkonunda teneke kutular içinde dünyaya ancak bir iki gün yüzünü gösterecek çiçekler açan onlarca çeşit kaktüs yetiştirdim.

Bu Karantina’dan daha albenili ada yoktur dünyada, ancak her gülün bir dikeni vardır elbette. Siyah beyaz fotoğraflarda çorak görünen ada yıllar içinde çam ve palmiye ağaçlarına büründükçe insanlar sevinmiş, arkeologlar hüzünlenmiştir. Adanın hemen karşısında on iki İon kentinden biri olan Klazomenai Antik Kenti yer alır.

MÖ 6. yüzyılda Batı Anadolu’yu saran Pers istilasını, yine MÖ 499’da başlayan İonia ayaklanması takip etmiştir. Ayaklanmanın Persler tarafından sert bir şekilde bastırılması ile başlayan olaylar sonunda halk, anakaradaki kenti terk ederek karşı kıyıdaki bugün Karantina Adası adıyla bilinen adaya yerleşmiştir.[2]

Rivayet odur ki; çocukluğumun en tatlı yıllarının keskin reçine kokuları, böcek cırcırları ve kaynana dilleriyle geçtiği adanın altında gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen bir antik şehir dinleniyor. Üzerindeki bitki dokusu kentin uyanmasını engelliyor haliyle.

Sadece antik şehir mi, adanın sonsuz uykuya dalmış sakinleri bol ve gizemlidir. Kemik Hastanesi’nin yer almadığı adanın diğer kıyısı hep bir muammaydı bizim için. Kim bilir kimlerin kemikleri gömülüydü öte tarafta, adı üstünde kemik hastanesi. Oraya gidilmezdi! Bir tür canavar yaşardı orada, kocaman ağzı ile gözle görünmeyen mikropları bile yalar yutar mideye indirirdi. Cismi belli olmadığı gibi ismi de acayipti, bir türlü dilimiz dönüp de telaffuz edemez, Tahaffuzhane diyemezdik.

Yıllar sonra ilk defa seninle birlikte gezeceğim ben de. İnsanların veba ve kolera gibi hastalıklardan kırıldığı yıllar. Bulaşıcılığı durdurmak için kente dışarıdan gelenlerin önce gemilerde bekletilip daha sonra kontrollü bir şekilde ayak bastırıldıkları yer Karantina Adası. Denizde başlayıp en fazla 50 metre gittikten sonra nihayetlenen mini demir yolu, üzerinde ileri geri ilerleyen üstü açık dümdüz minnacık lokomotif.

Tahaffuzhane (gemilerin karantina sürelerini geçirmeleri, gerekli sağlık önlemlerinin alınması ve hastalıkların iyileştirilmesi için limanlara yakın kıyılara kurulmuş sağlık kuruluşu) binasının simetrik olması boşuna değil. Tam ortasındaki kapıdan dalan lokomotifçik konukların eşyalarını taşıyor. Yine aynı kapıdan yürüyerek giren kadınlar binanın sağ, erkekler de sol kanadına ayrılıyorlar. Her iki taraf birbirinin tıpatıp aynı. Önce soyunup, tüm eşyalarını diğer tarafını göremedikleri döner bir dolap aracılığıyla ana salona iletiyorlar. Duşlarda temizlenip en son odaya gelinceye kadar bütün eşyaları orta salondaki canavar etüvlerde[3] dezenfekte edilip yine dönen bir dolapla kendilerine iletiliyor.

Ne garip değil mi, sanayi devriminde bulaşıcı hastalıkları dünyanın her yerine yayan gemileri çalıştıran buhar gücü;  yine aynı hastalıkların mikroplarını dezenfekte etmekte kullanılıyor.

Eskiden canavarın ininde çalışan iki görevli birbirlerine sevdalanmışlar, e nasıl iletişecekler? Biri diğerine haber ulaştırmak için mektubunu döner dolaba koyar “Tık tık tık” eder “Sen misin hu, huuu…” diye sorarmış. Karşıki yanıt verince silindir dolap döner mektup aşka gelirmiş. Gel zaman git zaman, tesisin korkunç yöneticisi, çok kötü biri sen artık hayal et, olanları duymuş veee o özlü sözü söylemiş: “Siz ne dolaplar çeviriyorsunuz bakayım benim arkamdan!”

Skala Vourla yani Urla İskele’deyiz. Bu diyarda kasabalar denizden içeride yer alır, her birinin aynı adla anılan bir de skalaları vardır. Ege Denizi’nin vazgeçilmezi olan korsan saldırıları, insanları denizden içerilerde daha güvenli yerlerde yaşamaya zorlamıştır. Ancak ne birinin ne de ötekinin nimetlerinden kopamayan halk, deniz kıyısında ve tepelerde ikili bir hayat sürmüşlerdir yüzyıllar boyunca. Çocukluğumuzda Urla ya da Kilizman’a gidiyoruz dediğimizde kastettiğimiz kasabanın genelde iskele yani deniz kıyısında yer alan kısımlarıydı. Özel bir işleri yoksa şehirli yazlıkçılar tepelerde yer alan asıl kasabalara pek gitmezlerdi. Bugün ise bütün o tepeler doldu, her yer kışın da yaşanılan sitelerle kaplandı.

Urla İskele’den Urla kasabaya ulaşmak için bir hıyabandan[4] geçmen gerekir. İki tarafı dizi dizi çam ağaçlarıyla bezeli yolun dört bir yanında enginar tarlaları yer alır. İşte o tarlalardan birinde babam anneme ilk görüşte âşık olmuş, ertesi gün de Çeşme’de kendisini istetmiş.

“Bana bak bunu da yazmaya kalkışırsan kafanı kırırım.”

Diyen annemi tanıyanlar bilir. Yarı Egeli yarı Karadenizli bir kadına laf söylemeye cesaretin varsa önden buyur. Yaaa… dayanamayacağım vallaha, hadi dur biraz çıtlatayım; ileride izni koparırsam tamamını da anlatırım. “Susuz Yaz” günü; bildin değil mi Necati Cumalı’nın eserini? Yahu dur sabır, birazdan varacağız oraya da.

Hava sıcak, anneannemlerin bir ahbapları -bu lafa da bayılırım- baygın kokulu incirlerin arasında kamp kurmuşlar. Bizimkiler de bir nedenle -nedenini biliyorum da kısa kesiyorum şimdi- kampa uğramışlar. Kaşla göz arasında, babam annemi görmüş, demiştim ya yazının başında, dibin düşecek Urla’yı görünce diye, ona da aynen öyle olmuş annemi görünce. Şimdilerde her arabayla geçişimizde o hıyabandan anneme anlattırmaya bayılırım bu hikâyeyi. O tebessüm, o içli gülüş, yetmişli yaşların bir anda on yediye inişi, çaktırmamaya çalışılan hoşnutluk, “Anne sen de pek işveliymişsin haaa…” sözlerine dimdik bakışlarla verilen keskin yanıtlar. Gözünde canlandı değil mi : )

Babamı, rahmetliyi çok özledim, ruhu şad olsun. Bu arada şad; sevinçli, neşeli demekmiş. Her neredeyse sevinçle dolsun ruhu.

İşte geldiiik. Urla, bir zamanların Vourla’sı. Dur bir şey daha anlatasım var. Bu aralar ailemin köklerini araştırmak için  “T.C. İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü”ne dadandım. Devlet dairelerinde hazine değerinde araştırmacılar var, sağ olsunlar işlerinin arasında zaman ayırdılar da hayretler içinde öğrendim. Annemin dedesi Ege’ye Karadeniz’den göçtüğünde büyük büyük annemizle evlenmeden önce başka birisiyle evliymiş. Çok kısa süre sonra vefat eden Zeynep Hanım Urlalıymış. Ne garip, aşkları Urla’da sonlanmayıp da diğer aşk Urla’da başlamasaymış, şimdi ben bu satırları yazıyor olamayacaktım.

Bana bunları yapan kader, iki ünlü yazarımızın ağlarını da örecek olan üç kız kardeş değil de kimdir?

Moira, pay ya da pay veren anlamına gelir. Efsanede üç olarak gösterilen Moira yani kader tanrıçaları Hesiodos’ta “yaşama paylarımızı düzenleyen” diye tanımlanır…

Hesiodos bunları üç kardeş diye tanıtır: “Klotho, Lakhesis, Atropos tanrıçalar ki bilge Zeus büyük üstünlük vermiştir onlara, ki onlar verir yalnız insanlara mutlu ya da mutsuz yaşama paylarını.”[5]

İki yakamızın bir araya gelmemesi için ellerinden geleni yapan o üç kız kardeştir. Başımıza gelen her şeyin sorumlusudur onlar.  Bütün suç onlardadır, tek bir insanın bile parmağı yoktur bu işlerde. Ege’nin bu yakasındaki Urla’dan Giorgos Sepheriades, diğer yakasındaki Florina’dan da Necati Cumalı’yı yırtıp koparmış, değiş tokuş etmişlerdir. Oyuncak gibi!

1900 yılının ilk baharında Urla’da doğan Yorgos Seferis, Birinci Dünya Savaşı’nın başında on dört yaşında; 1921 yılında Florina’da doğan Necati Cumalı da 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sırasında ata topraklarını terk ederler. Yazarlarımız sırasıyla 1971 ve 2001 yıllarında hayata gözlerini yumduklarında, ne Türkiye ne de Yunanistan’ın asla hak iddia edemeyeceği ebedi topraklardadırlar artık.

Bir dönemin en ünlü futbolcuları cennette buluşmuşlar. Yorgos ve Necati de oradalarmış. Fıkra bu ya, cennetin baş meleği azılı bir futbol taraftarı. Çağırmış şeytanı, o da futbol delisi bu arada, demiş oynatalım şu Yunanlılarla Türkleri bakalım ne olacak. “Boşuna oynamayalım biz kazanırız!” demiş Yorgos, takımından emin. “Olur mu en iyi futbolcular bizde!” demiş Necati gerine gerine. Melekle şeytan birbirlerine bakıp pek eğlenmişler, şad olmuşlar: “Ama bütün hakemler bizde naber!”

 Bu fıkra sayesinde literatürümüze yeni bir deyim kazandırmış olduk mu dersin, meleklerin ve Moiraların maskarası olduk mu?

Yorgos doğumundan elli yıl sonra, ata topraklarına kısa süreli bir ziyarette bulunur:

Sabah saat 08.00. Seferis, yanındakilerle birlikte İzmir’den İskele’ye gitmek üzere cipe binip yola çıkıyor. İskele’ye doğru yol alırken, Seferis hissettiklerini şöyle yazmıştır “Günlük”e:

“…Aklımda sabit bir fikir halinde Scala. Sanki anlayamadığım bir büyü ayinine katılmış gibiyim. Neticesinde nelerin olacağını hesaplayamadığım bir krizin eşiğinde bulunduğumu hatırlıyorum. Bilinçsizce bunu nasıl hazırladım, belki yaptığım ölüleri tahrik etmek, doğal düzeni ihlal etmek gibi ahlaksızca bir hareketti.

Geri dönmek için artık geç. Makine çalışmaya başlamıştı: diğer ucundan birisinin düzenli bir şekilde, ısrarla sardığı o sahilin ipliği ile bağlanmışım. Fakat hava, renk, gökyüzü ebediyen muzaffer, gözlerin gerçekten görüyor mu, görmeyi arzuluyor mu, bilemiyorsun”[6]

Seferis’in Urla İskele’daki Aile Evi

 Florina’da yaşadığı dönemi hatırlayamamasına rağmen, ailesinden dinlediği Makedonya hikayeleri üzerine aldığı notlar ve yaptığı birkaç ziyaret sayesinde, yazdığı iki kitapta o dönemi şöyle anlatır Necati Cumalı[7]:

Bulgar komitacıların hikayelerini masal gibi dinleye dinleye büyüyorduk. Onların tabancalı, kılıçlı yeminlerini duyardık. Babam ile subay arkadaşları onlar gibi komitacı mıydılar? Dağa çıkmaya mı hazırlanıyorlardı? Çocuk aklımla aylarca çözemedim bu soruyu. Ama öğrendiğim giz, babama duyduğum korkuyu hem artırdı, hem de saygıya, hayranlığa döndürdü.[8]

Cumalı’nin Urla Kasabadaki Aile Evi

Cumalı’nın sözünü ettiği kişilerden bilmem hangisi, büyük dedemizin boğazını kesiverince ya da Moiralar öyle buyurunca oluştu bizim yazgımız. Baba tarafımın Cumalı gibi Makedonya’da başlayan yolculuğu, İzmir’de kesişti birçok dostla.

 

Ne diyelim, melekler korusun hepimizi.

Bu yazı burada bitmez, sözümüz balla kesilsin.

Urla gezimize pek yakında devam edilsin.

 

 

 

 

 

 

 

[1] Adayı gezmek için urla@hssgm.gov.tr adresinden başvurunuzu yapabiliyorsun. 15 kişiden az iseniz başvurmayın ve 15 kişiymiş numarası yapıp, kapıya 5 kişi gelip diğerleri iptal etti demeyin, ayıp olur.

[2] http://www.urla.bel.tr/Sayfa/15/urlanin-tarihi

[3] Yiyecekleri, nesneleri yüksek ısıyla sterilize ve dezenfekte etmekte kullanılan kapalı araç.

[4] Hıyaban: İki tarafı düzgün ağaçlı yol veya bulvar. (Türk Dil Kurumu: http://sozluk.gov.tr/)

[5] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Yayınları, s.226

[6] Ayla Savaş Bakır tarafından kalem alınmış “Kökleri ile Urla İskele’sine Sarılmış Bir Ulu Ağaç: Giorgos Sepheriades” yazısını okumanı tavsiye ederim. http://www.klazomeniaka.com/200-GIORGOS-SEPHERIADES.htm

[7] https://www.biyografi.net.tr/necati-cumali-kimdir/

[8] Necati Cumalı, Makedonya 1900, Cumhuriyet Kitapları, s.17